
Öcalan'dan Toplumsal Cinsiyet Analizi: Aile ve Şiddetin Kökleri mi?
Abdullah Öcalan'ın politik raporunun ikinci bölümü olan "Toplumsal Doğa ve Sorunsallık", eleştirel teori geleneğine bağlı kalarak, yerel ve tarihsel argümanlarla toplumsal sorunlara derinlemesine bir bakış sunuyor. Özellikle cinsiyet sorunu, mitolojik gerçeklik ve toplumsal ilişkiler üzerine yoğunlaşan bu bölüm, Öcalan'ın daha önceki çalışmalarını tekrar ele alarak yeni perspektifler sunmayı amaçlıyor. Bu durum, aynı zamanda günümüzdeki tartışmalara yeni bir soluk getirme ve meseleleri yeniden ele alma çağrısı olarak da değerlendirilebilir.
Toplumsal Doğa ve Ahlaki Toplum
Öcalan, bu bölümde "toplumsal doğa" kavramını merkeze alarak, insanoğlunun biyolojik varlığı ve sosyal ilişkileri arasındaki doğal bağlantıyı inceliyor. Toplumu doğadan ayrı değil, onun bir parçası olarak gören Öcalan, toplumsal doğanın özünde ahlaki ve politik bir toplum olduğunu savunuyor. Ona göre, insan toplumunun doğal halinde uyum, iş birliği ve ahlaki düzen bulunurken, sorunlar sonradan, toplumsal doğadan sapmalar sonucu ortaya çıkmıştır. İnsanlık tarihinin büyük bir bölümünde, günümüzde "toplumsal sorun" olarak tanımladığımız sorunların aslında olmadığını belirtiyor.
Öcalan, toplumsal doğanın sorunsal hale gelmesini, tarih içindeki dönüm noktalarına bağlıyor. İlk devletlerin kurulmasıyla toplumsal doğadan sapıldığını ve insan toplumunun hiyerarşi ve tahakküm sarmalına girdiğini ifade ediyor. Ancak temel tezi, toplumsal sorunların sınıfsal veya devlete dayalı ayrımlardan çok daha önce, eril ve dişil öğeler arasındaki ilişkide ve bu ilişkinin bir güç mücadelesine dönüşmesinde başladığı yönünde. Bu yaklaşım, Öcalan felsefesinin en özgün yanlarından biri olarak kabul ediliyor ve Marksizme dair bazı eleştirilerini de bu temel üzerinden geliştiriyor.
Diyalektik Dualizm ve Cinsiyet Ayrımının Kökenleri
Öcalan, insan türünün cinsiyet farklılaşmasının kökenlerini, doğanın diyalektik yapısına ve bu farklılaşmanın toplumsal sorunlara nasıl yol açtığına dair derinlemesine bir analiz sunuyor. Ona göre, tarih ve toplum, diyalektik dualizm (dişil-eril çatışması) ile şekillenir ve toplumsal sorunun kökü, bu diyalektiğin donmasıdır. Çözüm ise, onu yeniden akışa sokmaktır. Eril-dişil ayrımının milyonlarca yıl önce doğanın diyalektik bir süreci olarak ortaya çıktığını ve bunun evrendeki temel ikilemlerin bir uzantısı olduğunu belirtiyor. Bu biyolojik farklılaşmanın özünde bir üstünlük taşımadığını, aksine yaşamın çeşitliliği ve devamlılığı için gerekli doğal bir "farklılaşma" olduğunu vurguluyor.
Ancak, bu doğal farklılığın insanlar tarafından bir kutsallık ve üstünlük mücadelesine dönüştürülerek "karşıt hale getirilmesiyle" toplumsal sorunların başladığını iddia ediyor. Bu eril-dişil temelli çatışmanın, devlet ve sınıf gibi diğer toplumsal sorunlardan daha eski ve daha temel bir sorunsallık olduğunun altını çiziyor. Öcalan, düşüncenin özünde cinsiyetsiz olduğunu ve "erkeğe özgü" veya "kadına özgü" düşünce gibi ayrımların bu temel sorunsallığı pekiştiren tutucu yaklaşımlar olduğunu belirtiyor. Cinsiyet rollerinin katı bir şekilde donmuş karşıt ikilemlere dönüştürülmesinin, toplumsal şiddetin temelini oluşturduğunu ifade ediyor.
Mitolojik ve Tarihsel Perspektiften Kadın-Erkek İlişkisi
Öcalan, kent-köy ve sınıf ayrımlarının ötesinde, toplumdaki esas sorunsallığın eril ve dişil öğeler arasındaki çatışmayla başladığını ve bu çatışmanın tutuculaşarak temel bir gerçeklik haline geldiğini arkeolojik kazılar üzerinden belirtiyor. İlk izleri, arkeolojik buluntularla desteklenen ve yaklaşık 30 bin yıl süren, Avrasya'dan Afrika'ya yayılan "Kadın Tanrıça Çağı"nda gördüğünü belirtiyor. Kadın; doğuran, besleyen ve toplayıcılıkla yaşamı idame ettiren varlık olarak, Sümer toplumuna kadar uzanan egemen bir ana tanrıça kültürü ve kadın merkezli bir toplumsal doğa yaratmıştır. Öcalan burada Marx’ı eleştirerek, tarihi sınıflarla başlatmasını eleştirir; çünkü ona göre esas sorunsallık, kadın toplumsallığı etrafında gelişmiş ve uygarlıkla sonuçlanmıştır.
Öcalan, Gılgamış destanını sadece edebi bir metin olarak değil, anaerkil/kadın merkezli bir düzenden ataerkil bir düzene şiddetli geçişi kodlayan sosyo-tarihsel bir belge olarak yorumlar. Erkeğin, kadın tapınağını ele geçirip bir "musakkaddim"e dönüştürmesi ve Enkidu'yu bir ‘fahişe’ aracılığıyla kontrol altına alması, erkeğe dayalı toplumsallaşmanın temelini atar. Bu süreçle tanrıça dini erkek dinine dönüşür, kadın fahişeleştirilirken erkek de egemen ama yozlaşmış bir konuma gelir; bu dinamikler tarihsel bir gerçeklik olarak günümüze kadar etkisini sürdürür.
- Kadın Tanrıça Çağı
- Gılgamış Destanı
- Eril Egemenliğin Yükselişi
Öcalan, günümüzdeki aile sorunlarının, kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin temelinde, bu tarihsel köklerden gelen, evlilik kurumuyla pekişen erkek egemenliği ve kadının eve kapatılması olduğunu belirtiyor. Göbeklitepe ve Karahantepe gibi arkeolojik alanlardaki bulgular, kadın etrafında gelişen üretim patlamasının ardından, erkek üstünlüğüne geçişin ve bu çatışmanın izlerini taşımaktadır.
Öcalan'ın bu analizi, toplumsal sorunların kökenine dair derinlemesine bir bakış sunarken, çözüm için diyalektik düşünceyi ve kadın özgürlüğünü ön plana çıkarıyor. Kadın-erkek ilişkisindeki egemenlik ve kölelik dinamiklerinin aşılmasının, toplumsal devrimin en önemli adımı olduğunu savunuyor. Bu yaklaşım, yeni bir sosyalizm anlayışının, uygarlık, modernite ve en temelde kadın köleliği eleştirisi üzerine inşa edilmesi gerektiğini vurguluyor.